Türk Vergi Sistem ve Yapısının Ekonomi-Politik Analizi ve 2008 Finansal Krizi ile Etkileşimi


AKBEY F.

25. Maliye Sempozyumu: Kriz Ortamında Vergi Politikalarının Değerlendirilmesi, Antalya, Türkiye, 24 - 28 Mayıs 2010, cilt.1, ss.287-323

  • Yayın Türü: Bildiri / Tam Metin Bildiri
  • Cilt numarası: 1
  • Basıldığı Şehir: Antalya
  • Basıldığı Ülke: Türkiye
  • Sayfa Sayıları: ss.287-323
  • Erciyes Üniversitesi Adresli: Hayır

Özet

Çalışmada, Türkiye’de vergi sistemine dahil olan hemen hemen tüm vergilerin ekonomi-politik analizi yapılmaya çalışılmıştır. Vergiler; gelir üzerinden alınan vergiler (gelir ve kurumlar vergileri), tüketim üzerinden alınan vergiler (KDV, ÖTV, BSMV, ÖİV, Şans Oyunları Vergisi, Damga Vergisi ve Harçlar) ve servet üzerinden alınan vergiler (Emlak Vergisi, MTV ve Veraset ve İntikal Vergisi) çerçevesinde birinci bölümde teker teker ele alınmıştır. Kanun maddelerinin ayrıntılı olarak incelenmesiyle, vergi sisteminin sermaye yanlısı sınıfsal karakteri ortaya çıkarılmıştır. Esasen kapitalist dünya sistemi çerçevesinde ulaşılan sonuçlar sürpriz olmamıştır: Türk Vergi Sistemi, gelir ve kurumlar vergisi çerçevesinde gerek oran (kurumlar vergisinin düz oranlı olması, emek gelirleri ve diğer gelirlerin gelir vergisi açısından aynı artan oranlı tarifeye dahil olması vs.) gerekse indirim (kuruluş ve örgütlenme giderlerinde olduğu gibi) ve istisnalar (yatırım fonları ve özel okullar ile ilgili olanlar vs.) bakımından sermaye eksenli ve emek gücünü ikincil gören bir eksene oturtulmuştur. Kaldı ki vergi borçları açısından, özellikle sermaye şirketlerinde, sorumluluğun sermayeyle sınırlı olması bile, kapitalist koşullar altında devlet-sermaye ilişkisi ve emeğin bunlar karşısındaki konumuna işaret etmesi bağlamında, başlı başına bir göstergedir. Tüketim vergileri konusunda ise süreç tamamen emek (bu çalışmada serbest meslek erbabı da emekçi sınıf içerisinde değerlendirilmiştir) aleyhine ve sermaye avantajınadır. Çünkü bu vergilerin nihai yüklenicileri zaten temel tüketici sınıf olarak emekçilerdir. Servet üzerinden alınan vergilere bakıldığında ise, Türkiye’de genel bir servet vergisi yerine, servet unsurlarının teker teker vergilendirildiği görülmektedir. Burada dikkati çeken husus birikmiş servetin ne BSMV kapsamında ne de (veraset yoluyla intikal etmedikçe) başka türlü vergilendirilmediğidir. Sitem bu serveti yatırıma kanalize etmek için neredeyse tüm vergisel teşvikleri seferber etmiştir (yatırım fonları gelirlerinin vergi dışı tutulması gibi). Bununla birlikte emekçi sınıflar için öngörülen asgari geçim indirimi gibi teşvikler, sermaye sınıfına sunulan avantajların yanında oldukça sönük kalmaktadır. Servet vergilerine dönecek olursak, emlak vergisinde “mesken”ler için sunulan istisna (takdir edilir ki emekçilerin muhatap olacağı emlak vergisi daha çok mesken üzerinden olabilecektir) organize sanayi bölgelerinde örgütlenmiş sermaye için sunulan karşısında oldukça iğreti durmaktadır.  Vergi sisteminde bahsettiğimiz kuramsal öngörüler, vergi yapısı ve gerçekleşmelerine bakıldığında da doğrulanmaktadır. Bir ekonomide gelirin emek ile sermaye arasındaki dağılımını tahlil etmek için vergisel anlamda ilk bakılması gereken veri elbette dolaylı-dolaysız vergi tahsilatıdır. Türkiye verilerine baktığımızda genel bütçe vergi gelirleri içerisinde dolaylı vergilerin ezici bir üstünlüğe sahip olduğunu görürüz; bu da birinci bölümdeki iddialarımızı destekler mahiyette bir veridir. Vergi kompozisyonu açısından dikkati çeken önemli noktalardan biri de, kurumlar vergisinin payının düşüklüğüdür. Toplam vergi hasılatı içerisinde kurumlar vergisinin payı %10 civarındadır. İşin ilginç yanı ise ücretler üzerinden tevkifat yoluyla alınan vergilerin de aynı paya (hatta %0.1-2 fazlasına) sahip olmasıdır. Özetle Türkiye’de ücretliler sermaye şirketlerinden daha fazla vergi ödemektedir. Aynı sermaye, toplam vergi hasılatının %61.5’ini oluşturan dolaylı vergi biçimindeki kısmını da zaten temel tüketici sınıf olan emekçi kesime yansıtabilmektedir. Bu da Türkiye’de devletin sınıflararası konumunu göstermesi açısından dikkati çeken önemli bir örnektir. 2008 finansal krizine geldiğimizde, bu krizin, kapitalizmin daha önce karşı karşıya kaldığı krizlerden farklı olarak bir talep (veya arz) krizi olmadığını ve esasen kapitalist sistemin işleyişi sırasında, konut kredileri vasıtasıyla, para-meta-para dolaşımına koşut borç-faiz-borç sarmalı ile ifade edilebilecek olan balonun fazla zorlanması ile sistemin krize girdiğini söyleyebiliriz. Benzer durum Türkiye için de geçerlidir. Tek sıkıntılı konu cari açık olmakla birlikte, ülkenin kriz öncesi başarılı (!) ve kararlı (!) faiz dışı fazla politikası, bu konuda da analizciye güven telkin etmektedir. Ancak bunlara rağmen kriz gerçekleşmiş ve Türkiye’yi de 2009’un başından itibaren etkilemeye başlamıştır. Bununla birlikte krizin teğet geçeceği varsayımından hareketle, (bankacılık sektörü hariç –ki kriz ortaya çıktığında Türk bankacılık sistemi zaten oturmuş durumdadır) gerekli önlemlerin vaktinde alınmaması, devletin son dakika vergisel önlemlerine başvurmak zorunda kalmasına yol açmıştır. Bu önlemlere yakından bakıldığında ise, yine bu çalışmanın tamamına sirayet eden önermenin kendini tekrar ettiği görülmektedir: Tedbirlerin neredeyse tamamı sermayenin sürekli yeniden üretimi ve birikimine yöneliktir. Talep arttırıcı çabalar (yani emeğin alım gücünü hedef alan tedbirler) bile, son tahlilde kapitalistin kazancının devamına ve stoklarının sürdürülebilir bir düzeye çekilmesine yaramaktadır (vergisel tedbirlere yönelik kanun tasarılarının TBMM’de görüşülme ve medya araçları ile kamuoyuna sunulma biçimlerinden bile bu sonucu çıkarmak oldukça kolaydır).

In the study, a deep political-economic analysis of all types of current (by May 2010) taxes in Turkey have been made by classifying them into three groups which are taxes on income (income tax, corporate income tax), on consumption (VAT, special consumption tax or excise duty, banking and insurance transactions tax, special communication tax, tax on games of chance, stamp tax, legal charges)  and on wealth (real estate tax, motor vehicle tax, inheritance and gifts tax). Capital proponent results (rather than labor proponent ones) are not surprising for us. To begin with taxes on income, it is undeniable that within the framework of both income and corporate income taxes, Turkish Taxation System (TTS) lines up with the capital classes against labor class in terms of tax rates (corporate tax’s having flat rate, labor incomes’ being subject to the same rates as other types of income … etc.); of deductible expenses (like in establishment and organization expenses); and of tax exemptions (investment funds, exemptions for private schools). Similarly when we come to the consumption taxes we see a mechanism which is in favor of capital classes. This is so, because legal taxpayers of these taxes have already reflected the tax burden to consumers (most of whom are workers and servants). Taxes on wealth give very likely results to us. There are separate taxes on different components (real estate, motor vehicle, banking transactions etc.) of wealth. What is interesting here is that the accumulated wealth (or capital) is not taxed anyway within the framework of banking and insurance transactions tax or any other tax on wealth so long as it is not inherited. The system mobilizes almost all tax incentives to canalize this wealth to private investment (such as investment funds are out of taxation). When we come to the composition of the tax revenue of the state, we see similar unequal contribution to the tax burden. If we tell you that the proportion of corporate income tax within total tax revenue of the state is only 10 %, probably you won’t believe in. Furthermore, the share of income tax paid by workers and civil servants via stoppage is exactly the same as the corporate one. Additionally, total share of indirect taxes in total tax revenue is 61.5 %. No doubt these figures portrait unequal structure of TTS and its composition. Coming to the financial crisis of 2008, it is a must to put forward that, this crisis differentiates from previous ones, since this is not a supply-demand driven crisis, and it is a finance driven crisis emanating from debt-interest-debt spiral which is based on mortgage credits and which is being accompanied with the classical commodity-money-commodity spiral. Believing in that the crisis would be tangent to Turkish economy, the Government didn’t take needed measures on time, especially in banking sector, and so felt effects of the crisis have tried to been alleviated by tax-based expedients. Not surprisingly, of course, almost all these expedients are for the benefit of reproduction and accumulation of the capital. Even demand-driven endeavors are on the way to sustainability of stocks and stores. In this sense, finally it should be said that, the last financial crisis has again shown the reality that, for the maintenance of “the state” in a capitalist system, there should be a taxation policy system and composition that favor the capital against the labor. And Turkey is not an exception.